Sevgi, insanın en derin varoluşsal ihtiyaçlarından biri olarak tanımlansa da, bu tanımın ardında karmaşık bir psikodinamik yapı, bilinçdışı motivasyonlar ve toplumsal kodlarla örülmüş bir ağ yatar. “Kim kimi hangi nedenle seviyor?” sorusu, yalnızca romantik ilişkileri değil; aile bağlarını, arkadaşlıkları, hayranlıkları ve hatta bağımlılıkları da içine alan çok katmanlı bir sorgulamadır. Bu sorunun cevabı, kişinin geçmiş deneyimlerinden, bağlanma stilinden, içsel boşluklarından ve toplumsal rollerle şekillenmiş kimliğinden izler taşır. Sevgi, her zaman karşılıklı, sağlıklı ya da bilinçli bir düzlemde tezahür etmez. Bazen bir eksikliğin telafisi, bazen bir korkunun bastırılması, bazen de tanıdık gelen bir acının tekrarına duyulan özlem olabilir.
İnsan, sevdiğini sandığı kişide neyi sevdiğini çoğu zaman bilmez. Onun varlığını mı? Yokluğunda hissettiği eksikliği mi? Yoksa onunla birlikteyken kendini daha bütün hissetmesini mi? Bu soruların cevabı, bireyin çocukluk deneyimlerinde, ilk bağlanma figürleriyle kurduğu ilişkilerde ve bu ilişkilerin zihinsel temsillerinde gizlidir. John Bowlby’nin bağlanma kuramı, bireyin çocuklukta bakım verenle kurduğu ilişkinin, ileriki yaşantısındaki romantik ilişkilerde nasıl tekrarlandığını açıklar. Güvenli bağlanan bireyler, sevgi ilişkilerinde hem kendilerine hem de partnerlerine güven duyarlar. Kaygılı bağlananlar, terk edilme korkusuyla yoğun bir sevgi gösterir ama bu sevgi, çoğu zaman karşı tarafı boğar. Kaçıngan bağlananlar ise yakınlıktan korkar, sevgiye mesafe koyar ama içten içe sevilmeyi arzular. Bu bağlamda, “kim kimi hangi nedenle seviyor?” sorusu, aslında “kim, hangi bağlanma stilinin etkisiyle kimi seçiyor?” sorusuna dönüşür. Çünkü çoğu zaman sevgi sandığımız şey, çocuklukta eksik kalan bir duygunun telafisidir.
Carl Jung’un “gölge” kavramı, sevgi ilişkilerinde sıkça karşımıza çıkar. İnsan, kendi bastırdığı, reddettiği ya da farkında olmadığı yönlerini başkasında gördüğünde, ona karşı yoğun bir çekim hissedebilir. Bu çekim, çoğu zaman “aşk” ya da “sevgi” olarak adlandırılır. Oysa kişi, karşısındakini değil, kendi içindeki bastırılmış parçayı sever. Örneğin, duygularını ifade etmekte zorlanan biri, dışa dönük, neşeli ve kendini rahatça ifade eden birine âşık olabilir. Bu kişi, aslında kendi içinde bastırdığı ifadeyi, karşısındakinde görüp ona hayranlık duyar. Bu hayranlık, zamanla sevgiye dönüşebilir. Ancak bu sevgi, karşılıklı bir tanıma ve kabul süreciyle derinleşmezse, bir süre sonra hayal kırıklığına dönüşebilir. Çünkü kişi, karşısındakini değil, kendi yansımasını sevmiştir.
Toplumsal roller, sevgi ilişkilerinde belirleyici bir etkendir. Kadın ve erkek rollerine dair toplumsal beklentiler, bireylerin kimi, nasıl ve neden seveceğini şekillendirir. Kadının “şefkatli”, “fedakâr” ve “anlayışlı” olması beklenirken; erkeğin “güçlü”, “koruyucu” ve “kararlı” olması gerektiği öğretilir. Bu roller, bireylerin sevgiye dair beklentilerini de biçimlendirir. Bir kadın, çocukluğunda duygusal olarak ulaşamadığı babasının yerine, mesafeli ama güçlü bir erkeği sevebilir. Bir erkek, annesinin koşulsuz sevgisini ararken, kendisine sürekli ilgi gösteren bir kadına tutulabilir. Bu ilişkilerde sevgi, çoğu zaman bir rolün tekrarından ibarettir. Kişi, sevdiğini sandığı kişide, aslında geçmişte eksik kalan bir figürü tamamlamaya çalışır.
Bazı insanlar, “yaralı” bireylere karşı yoğun bir sevgi hisseder. Bu sevgi, çoğu zaman kurtarma arzusuyla karışıktır. “Onu ben iyileştiririm”, “Benim sevgimle değişir” gibi düşünceler, bu tür ilişkilerin temelini oluşturur. Oysa bu tür bir sevgi, çoğu zaman kişinin kendi değersizlik duygusunu telafi etme çabasıdır. “Birini iyileştirirsem, ben değerliyimdir” inancı, sevginin ardındaki gizli motivasyon olabilir. Bu tür ilişkilerde sevgi, karşılıklı bir büyüme değil; bir tarafın sürekli veren, diğer tarafın sürekli alan olduğu dengesiz bir yapıya dönüşür. Zamanla yorgunluk, tükenmişlik ve hayal kırıklığı kaçınılmaz olur.
İnsan zihni, tanıdık olana yönelme eğilimindedir. Bu, hayatta kalma içgüdüsünün bir parçasıdır. Tanıdık olan, güvenlidir. Bu nedenle birey, çocuklukta maruz kaldığı ilişki dinamiklerini tekrar eden kişilere karşı çekim hissedebilir. Bu çekim, çoğu zaman “kadersel bir bağ” gibi algılanır. Oysa bu, sadece zihnin tanıdık olana yönelmesidir. Örneğin, çocukluğunda duygusal olarak ihmal edilen biri, kendisine mesafeli davranan birine âşık olabilir. Bu kişi, aslında çocuklukta yaşadığı ihmalin tekrarını yaşar ama bu kez farklı bir son umuduyla. “Bu kez sevileceğim” inancı, onu o kişiye bağlar. Ancak çoğu zaman sonuç değişmez. Çünkü kişi, aynı döngüyü tekrar eder.
Bazı insanlar, yalnız kalma korkusuyla bir ilişkiye tutunur. Bu ilişkide sevgi, çoğu zaman bir ihtiyaçtan ibarettir. “Onsuz yapamam”, “Yalnız kalırsam ne yaparım?” gibi düşünceler, sevginin ardındaki korkuyu gösterir. Bu tür ilişkilerde sevgi, özgürleştirici değil; kısıtlayıcıdır. Kişi, sevdiğini sandığı kişiye değil, onun varlığıyla bastırdığı korkularına tutunur. Bu noktada “kim kimi hangi nedenle seviyor?” sorusu, “kim, hangi korkusunu bastırmak için kimi seviyor?” sorusuna dönüşür. Çünkü sevgi, bazen bir duygudan çok, bir kaçış olabilir.
Psikanalitik kuramda “yansıtma” (projection), bireyin kendi kabul edemediği duygu, düşünce ya da arzularını başkasına atfetmesi olarak tanımlanır. Sevgi ilişkilerinde bu mekanizma sıkça devreye girer. Kişi, kendi içinde bastırdığı arzuları, karşısındakine yansıtarak onu sever. Bu sevgi, çoğu zaman idealize edilmiş bir kişiliğe yöneliktir. Örneğin, kendi içinde bastırdığı özgürlük arzusunu karşısındakinde gören biri, o kişiye hayranlık duyar. Ancak zamanla, bu idealizasyon çöker ve kişi, karşısındakinin gerçekliğiyle yüzleşir. Bu yüzleşme, çoğu zaman hayal kırıklığına neden olur. Çünkü kişi, sevdiğini sandığı kişiyi değil; kendi yansımasını seviyordur.
Bazı ilişkilerde sevgi, bir güç mücadelesine dönüşür. Kim daha çok seviyor? Kim daha çok veriyor? Kim daha çok vazgeçiyor? Bu sorular, ilişkinin merkezine yerleşir. Bu tür ilişkilerde sevgi, bir denge değil; bir üstünlük kurma aracıdır. Kimi zaman bir taraf, diğerini sürekli test eder. “Beni ne kadar seviyor?” sorusunun cevabını ararken, sevgi bir yarışa dönüşür. Bu yarışta sevgi, bir duygudan çok, bir strateji halini alır. Kimi zaman sevgi, bir manipülasyon aracına dönüşür. “Seviyorsan bunu yaparsın” cümlesi, sevginin koşullandırıldığı bir düzlemi gösterir. Bu düzlemde sevgi, özgür değil; zorlayıcıdır.
“Kim kimi hangi nedenle seviyor?” sorusu, sevginin ardındaki görünmeyen motivasyonları, bilinçdışı arzuları, geçmişin izlerini ve toplumsal rollerin etkilerini açığa çıkarır. Sevgi, çoğu zaman bir duygudan çok, bir yapı, bir tekrar, bir arayış ve bazen bir yanılsamadır. Kimi zaman kişi, sevdiğini sandığı kişide kendi eksik parçalarını bulur; kimi zaman tanıdık gelen bir acının tekrarına tutulur; kimi zaman ise sadece yalnızlık korkusunu bastırmak için bir ilişkiye tutunur. Bu nedenle sevgi, her zaman karşılıklı ya da sağlıklı bir düzlemde gelişmez. Bazen sevgi, bir kurtarma çabasıdır; bazen bir güç mücadelesi; bazen de bir yansımanın peşinden gitmektir.
İlişkilerde sevgi, çoğu zaman bir aynadır. Kişi, karşısındakinde kendini görür; eksiklerini, arzularını, korkularını, bastırdıklarını… Bu aynada gördüğü şey, onu sevgiye çeker. Ancak bu sevgi, gerçek bir tanıma ve kabul süreciyle derinleşmezse, zamanla hayal kırıklığına dönüşebilir. Çünkü kişi, karşısındakini değil; kendi yansımasını sevmiştir. Bu noktada sevgi, bir bağ değil; bir yanılsama olur. Ve bu yanılsama, çözülmediği sürece tekrar eder.
“Kim kimi hangi nedenle seviyor?” sorusu, aynı zamanda “kim, hangi içsel ihtiyacını karşılamak için kimi seçiyor?” sorusudur. Bu seçim, çoğu zaman bilinçdışı düzeyde gerçekleşir. Kişi, kendine bile itiraf edemediği arzularını, korkularını ve eksikliklerini karşısındakinde bulduğunda, ona karşı yoğun bir sevgi hisseder. Bu sevgi, bazen bir kurtuluş umudu, bazen bir telafi çabası, bazen de bir tanıdıklık hissidir. Ancak bu hissin ardındaki motivasyonlar anlaşılmadıkça, sevgi ilişkileri sağlıklı bir zemine oturmaz.
Sevgi, aynı zamanda bir dönüşüm alanıdır. Kişi, sevgi aracılığıyla kendini tanıyabilir, eksiklerini fark edebilir, geçmişin izlerini çözebilir. Ancak bu dönüşüm, ancak karşılıklı bir tanıma, kabul ve büyüme süreciyle mümkündür. Aksi halde sevgi, bir tekrar, bir döngü, bir yanılsama olarak kalır. Bu nedenle sevgi ilişkilerinde en önemli soru, “Ben onu gerçekten mi seviyorum, yoksa onda kendimi mi arıyorum?” sorusudur. Bu sorunun cevabı, sevginin niteliğini belirler.
“Kim kimi hangi nedenle seviyor?” sorusu, ilişkilerin görünen yüzünün ardındaki derin yapıları anlamak için bir anahtardır. Bu sorunun cevabı, bireyin geçmişine, bağlanma stiline, içsel ihtiyaçlarına ve toplumsal rollerle şekillenmiş kimliğine dair ipuçları sunar. Sevgi, sadece bir duygu değil; bir yapı, bir seçim, bir arayış ve çoğu zaman bir aynadır. Bu aynada neyi gördüğümüz, kimi sevdiğimizi ve neden sevdiğimizi belirler. Ve bu aynaya cesaretle bakabildiğimizde, sevgi gerçek bir bağa, dönüşüme ve özgürleşmeye dönüşebilir.
Uzm. Kl. Psk. Bensu Erkişi

