Anneler ve oğulları arasındaki ilişkiler, bireyin duygusal gelişiminden kimlik oluşumuna, bağlanma biçiminden romantik ilişkilerdeki tutumlarına kadar geniş bir yelpazede etkili olan derin ve çok katmanlı bir bağdır. Bu ilişkinin evliliklere olan etkisi ise çoğu zaman göz ardı edilse de çift terapilerinde, bireysel danışmanlıklarda ve aile içi dinamik analizlerinde sıklıkla karşımıza çıkan bir konudur. Anne ile
Bazı duygular vardır ki nereden geldiğini bilmeden içimizde taşırız. Bir cümleye aşırı tepki veririz, bir sessizlikte boğuluruz, bir yakınlıkta huzursuz oluruz. Oysa görünürde hiçbir şey yoktur. Hayatımızda her şey yolunda gibi görünürken içimizde bir şey eksik kalır. İşte tam da bu noktada çocuklukta oluşan yaralar kendini hatırlatmaya başlar. Ama biz onları genellikle hemen fark etmeyiz.
İnsan ilişkileri, çoğu zaman bugünün seçimleriyle şekilleniyor gibi görünse de derinlerde geçmişin izlerini taşır. Özellikle çocukluk dönemi bireyin kendilik algısını, başkalarıyla kurduğu bağı ve duygusal dünyasını biçimlendiren en temel evredir. Bu evrede yaşananlar, yetişkinlikteki romantik ilişkilerden arkadaşlıklara, iş ilişkilerinden ebeveynliğe kadar pek çok alanda kendini gösterir. Peki çocukluk zamanlarımız bugünkü ilişkilerimizi nasıl etkiliyor? Bu sorunun
Sevildiğini hissetmek, insanın en derin varoluşsal ihtiyaçlarından biridir. Bu his sadece bir duygusal tatmin değil, aynı zamanda güvenlik, aidiyet ve anlam arayışının temel taşıdır. Ancak sevildiğini hissetmek ile sevildiğini ölçmek arasında ince ama önemli bir fark vardır. Birçok insan, sevgiye dair içsel bir huzur ararken, aynı zamanda bu sevginin kanıtlarını dışsal göstergelerle teyit etmeye çalışır.
İnsan yaşamı seçimler ve yönelimler üzerine kurulu bir yolculuktur. Bu yolculukta bireyin kendine özgü pusulası onun çekirdek değerleridir. Çekirdek değerler kişinin yaşamını anlamlandıran, kararlarını yönlendiren, ilişkilerini şekillendiren ve benlik algısını besleyen temel inançlar bütünüdür. Bu değerler, çoğu zaman farkında olmadan içselleştirilmiş, çocuklukta temelleri atılmış ve yaşam deneyimleriyle pekiştirilmiş derin psikolojik yapılardır. Onları korumak, sadece bir
İlişkiler, insanın kendini tanıma ve var etme sürecinin en yoğun yaşandığı alanlardır. Her bağ, ister romantik ister arkadaşlık, ister aile ister iş ilişkisi olsun, görünürde yakınlık ve paylaşım üzerine kuruludur. Ancak derinlerde, her ilişki bir sınır mücadelesi barındırır. Bu mücadele, bireyin “ben”ini koruma ve “biz”i inşa etme arasında gidip gelen bir denge oyunudur. Sınır koymak,
İnsan ilişkilerinin en karmaşık ve en hassas alanlarından biri yakınlık ile mahremiyet arasındaki dengeyi kurabilmektir. Bu denge yalnızca romantik ilişkilerde değil dostluklarda, aile bağlarında ve hatta profesyonel ilişkilerde bile kendini gösterir. Yakınlık: paylaşmak, açılmak, bağ kurmak ve birlikte var olmak demektir. Mahremiyet ise: bireysel alanı korumak, içsel sınırları tanımak ve kendilik duygusunu muhafaza etmekle ilgilidir.
Evlilik, iki bireyin yalnızca duygusal bir bağ kurduğu değil, aynı zamanda hayatın sürekli değişen ritmine birlikte ayak uydurmaya çalıştığı bir yolculuktur. Bu yolculukta karşılaşılan en temel zorluklardan biri, değişen dengelere uyum sağlama becerisidir. Zamanla bireylerin kişisel gelişimleri, yaşam koşulları, değer sistemleri ve beklentileri değişir. Bu değişim, evliliğin dinamiklerini yeniden şekillendirir. Ancak bu dönüşüme ayak uydurmakta
İletişim, yalnızca kelimelerin aktarımı değil; aynı zamanda duyguların, ihtiyaçların, korkuların ve özlemlerin görünür kılınmasıdır. İnsan, kendini ifade ederek var olur; ama bu ifade biçimi her zaman bağ kurmaya hizmet etmez. Bazen kurduğumuz cümleler, karşılıklı bir temas yaratmak yerine yalnızca tepki üretir. Tıpkı bir pinpon topunun iki raket arasında hızla gidip gelmesi gibi, bazı ilişkilerde iletişim
Savaşçı bilinci, yalnızca mücadele etmeyi değil; mücadele ederken uyanık kalmayı, anlamı korumayı ve içsel bütünlüğü savunmayı ifade eder. Bu bilinç hali, modern psikolojide giderek daha fazla önem kazanan bir kavram haline gelmiştir. Çünkü birey, yalnızca dışsal tehditlerle değil, aynı zamanda içsel çatışmalarla, belirsizlikle ve anlam kaybıyla da savaşmak zorundadır. Savaşçı bilinci, bu savaşın içinde kaybolmadan,
