Doğumlar, mezuniyetler, evlilikler, tekrar doğumlar kadar hayatın parçasıdır ölümler. Ve her ölüm erken ve zamansızdır yaşayanlar için. Yitirilen kişi ister 100 yaşında ister 3 yaşında olsun aynı hazırsızlık hali kişiyi sarıverir. Zaten tasarımı olmayan bir şeye nasıl hazır olunabilir ki? Hepimizi en çok zorlayan da budur: hiçlik ve belirsizlik hali. Artık sevilen algıladığımız anlamda yoktur ve nerede olduğunu bilmemekteyizdir. Özlemi her geçen gün büyümektedir. Geride kalan, adeta koca bir boşluk denizinde bulur kendini. Tutunabileceği hiçbir kaya yoktur etrafında. İşte tam da bu noktada inançlarımız devreye girer. Cennet, cehennem, tekrar dirilme, evrene dahil olma, tamamen yok oluş… Şekli her ne olursa olsun hepsinin bir tek amacı vardır, o da ölüme anlam vermek. Çünkü, insan, hayata ancak anlam verdiği noktada özgürleşir.
Arkanıza yaslanın ve şu an hayatınızı gözden geçirin. Güzel günler, kutlamalar, başarılar derken kayıplar, ayrılıklar, üzüntüler vs. Bütün bu önemli olaylar zihninizde canlanırken ve değişik duygular oluştururken kendinizi bir anda aynı şeyleri tekrar tekrar düşünür bulursunuz. Açıklayamadıklarınızı. Neden başınıza geldiğini bilmediğiniz olayları. Haksızlıkları. Hayal kırıklıklarınızı. Anlam veremediklerinizi? İnsan hayatta anlam veremediği hiçbir yaşananı geride bırakıp devam edemez. Anlamını bulamamış hiçbir olay düşünceleri serbest bırakmaz. Kişiyi adeta esir alır. İşte hayatın asıl sonlandığı nokta budur. Kişinin kendini yaşayamadığı bir hayat.
Ölümün duygusal yükü sadece yitirilenle sınırlı kalmamaktadır. Onu ağırlaştıran da budur. Geçmiş ölümler tekrar canlanır. Kişi, kendi ölümü ve sevdiklerinin “gelecekte” olası ölümleri ile yüzleşir. Bunları adeta mazoşist bir şekilde hayal dahi eder. Hayatı, yaptıkları ve yapamadıkları ile karşı karşıya gelmiştir. Derin bir korku ve çaresizliktir kişiyi sıkı sıkı saran. Adeta nefes aldırmayan. Karanlığa haykırır “Ama haksızlık bu!” diye. İsyan başlamıştır. “Daha ….. yapacaktık” şeklinde serzenişler kendini defalarca tekrarlar. Öfke giderek daha da büyümektedir ve etrafındaki her şeye adeta bulaşıcı bir hastalık gibi yayılmaktadır. Derken kıyaslamalar başlar. Kimi zaman avutan kimi zaman daha da öfkelendiren. Ve hüzün sahneye çıkar. Kişi artık ister sesli olsun ister sadece içinde yaşasın bağıramayacak kadar yorgun düşmüştür. Anlamıştır ki öfke, isyan ve pazarlıkların bir sonu yoktur. Gerçek olan sevilenin kaybıdır ve bu ona acı vermektedir. Çok üzgün olduğunun ilk defa bu denli yoğun farkına varmıştır. Artık ihtiyacı olan sadece yas tutmaktır.
İşte tam da bu noktada anlam aranmaya başlanır. Bu süreç kimi zaman tamamlanır ve ne yazık ki kimi zaman kişinin kendisi tarafından tamamlanamaz. O noktada “saplantı” başlar. Esaret başlar. Hayat; suçlamalar, haksızlıklar tahtası haline dönüşür. Kontrol kaybedilmiştir. Dışarıda aranan her nedende olduğu gibi kişi artık “kurban”dır.
“Her ayrılık bir ölümdür” demiştir ünlü şair. Aslında “gerçek ve nihai” ölümle karşılaşana kadar kaç kere ayrılmışızdır sevdiklerimizden ve kaç kere üstesinden gelmişizdir kayıplarımızın.
Mutluluklar da ayrılığı barındırmazlar mı doğalarında? Mezuniyetler, yeni bir işyerine başlamak, yeni bir göreve atanmak. Evlenmek, aileden ayrılık değil midir? Veya çocuk sahibi olmak, çocuk olmanın bir anlamda yitirilmesi değil midir? Neden her mutlu olayda gözyaşı dökeriz ki sanki? O tatlı “Mutluluk gözyaşları”. Çünkü hepsi birer ayrılık, birer sondur.
Hayat kadar gerçektir ayrılıklar sadece ölümlerle sınırlandırılamayan. Ve aslında hepsi de içinde yeni bir hayatı, başlangıcı, anlamı barındırır. Hayatımızı zenginleştirir ayrılıklar, görmesini bilenlere.
Uzm.Psk.Mine Karagözoğlu