İnsanlar ne zaman psikologların kapılarını çalarlar? Hayata karışamadıkları zaman…
Şikayet ister “depresyon” olsun, ister “panik atak” olsun veya daha niceleri olsun; kişi, artık devam edemediği “hayat yolu”na, tekrar dönebilme umuduyla tedaviye gelir.
“Yapamıyorum” der, kişi. Çoğu zaman da “Biliyorum. Ama engel olamıyorum” der. Veya, yaşadığı huzursuzluğa, hiçbir anlam verememektedir. Çünkü, aslında, “Hiçbir sorun yoktur”.
Artık, eskisi gibi, keyif alamıyordur, sahilde yürümekten. Canı hiç de yemek istemiyordur, o “en sevdiği” tatlıyı bile. Önemli bir toplantının huzurunda, başka başka yerlere gidiyordur düşünceleri, kendisinin bile anlamadığı bir hiçliğe. Unutmaya başlar; cep telefonunu almayı, kapıyı kilitlemeyi; hayatının en “otomatik” parçalarını.
Bir başka durum ise çok daha karmaşıktır. Kişi; aslında harika bir arkadaş, bir kardeş, sorumluluk sahibi, başarılı bir insandır. Dışarıdan bakıldığında hiçbir “kusur” görünmemektedir. Kişi de kendinden bir hayli memnundur aslında. Ama… “özel hayatı” gitmemektedir. Çocuğu, eşi, sevgilisi ile yapamamaktadır. Bir sorun vardır. Ve, hayatının diğer alanlarının adeta hayranlık bırakacak şekilde “iyi” olması, “sorununun” anlaşılmasını engeller hale gelir. Anlayamayacaktır, bir süre. Veya, hiçbir zaman… Ve, sonu gelmez arayışlar gelecektir arkasından.
İşte bu durumlardır, insanın “takılıp kaldığı”, hayata devam edemediği zamanlar. Kişi, adeta benliğine hapsolmuştur. Evet, belki de hayatı gayet güzel bir şekilde idare edebilmektedir. Fakat; bir şey vardır, gitmeyen, anlaşılmayan, rahatsız eden, “eksik” hissedilen. Kişi, “takılmıştır”.
Bazı insanlar da yaşamış oldukları “travmatik olaylar”a saplanıp kalırlar. Sürekli olarak aynı şeyleri tekrar eder bulursunuz, onları. Aradan 2, 5, 10 veya 20 sene geçmiş olsa dahi. Kişi, “takılmıştır”. Adeta hayata esir düşmüştür…
Hayatla akıp gitmek, hayata karışmaktan bahsedilir. Veya, son zamanlarda bir hayli popüler olan “affetmek” kavramından. Aslında hepsi de aynı şeyi anlatmaktadır: Hayata; saatlerin, günlerin, ayların geçtiği gibi devam etmek.
Bu kolay mıdır? Her zaman yapılabilir mi? Veya insan, hayatın hızına, hayatın mükemmelliğine yetişebilir mi? Tabii ki de hayır. Her yolculuk “molaları” gerektirir. Durup dinlenmek gerekir ki sağlıklı devam edilsin. Hayatta bir yolculuk değil midir?
Psikolojik “takılmalar” bir açıdan son derece değerlidirler, her ne kadar “kapıyı çalan” kendini çoğu zaman yetersiz hissetse de. Evet, kişi yürürken düşmüştür. Belki bileği burkulmuştur. Bacağı kırılmıştır. Acı çekmektedir. Veya hızı kesilmiştir, bir ayağını sürüye sürüye devam ediyordur. Bir yük vardır, onu engelleyen. İşte, bu zamanlar “düşünülmesi” gereken zamanlardır. Kişinin, durup veya yavaşlayıp, “anlaması” gerekmektedir. Yolcu, “dinlendiği” noktada tekrar özgür kalacak ve devam edecektir. “Gerçek psikolojik tedavilerin” sağlamış olduğu gibi.
Hayatta erdemlilik olarak tabir edilen “yıkılmamak”, “güçlü olmak” aslında bir anlamda kişinin “olan biteni” düşünmemesi ve düşünmeden devam etmesine eşdeğerdir. Kişi, hayata “dahil” değildir. Hayata “teğet” geçmektedir. Hayatla “akmamaktadır”.
“Psikolojik sağlık” olarak nitelendirdiğimiz; hiç üzülmemek, huzursuz olmamak, endişelenmemek, sinirlenmemek değildir. Bilakis, bu durumlar endişe vericidir. Çünkü; kişi, başta kendisi ve kendi düşünceleri olmak üzere hayatla “bağ” oluşturamamaktadır.
Bir başka nokta ise, hayatın aslında hiç kimseye ihtiyacı olmamasıdır. Bill Gates, Fazıl Say, Angelina Jolie… Değişik isimler, değişik özellikler. Kimse hayat için vazgeçilmez değildir. Zaten nihai son da “ölüm” değil midir?
“Takılmalar”, “Düşmeler” sürekli bir “Küskünlük” veya “Öfke” halini aldığı zaman tehlike sinyalleri çalar. “Benim istediğim gibi olacak” der, kişi. Artık, “devam etmemektedir”. Ve akıp giden bir varlığın içinde “devam etmemek” sonunda acılı bir yok oluş getirecektir. Aynen, hızla ve kuvvetle akan bir suyun taşı aşındırıp, parçalaması gibi.
Tek yapılması gereken hayata karışmaktır. Sürekliliktir. Hayat, ona karşı duranı beklememektedir. Hayat, onunla yol almayanı “biryerlere” götürmez. Ama hayata dair olan belki de en güzel şey, hayatın, insan gibi “küsmemesi”dir. İnsan elini tutarsa, o da tutar…
“Düşmeler” insanın mükemmel olmadığının en önemli kanıtıdır. Zaten “mükemmellik” olduğu noktada gelişim yoktur. Aslında mükemmellik bir sondur. Dolayısıyla, insan zaman zaman düşer. Kimileri daha sık ve daha yara alır şekilde düşer. Kimileri hemen kalkar, kimlerinin ki zaman alır…
“Düşmek” iyidir. Düşen insan, düşünür. Çaresiz, hareketsiz kalmış insan, düşünür. İşte o zaman, anlamaya başlar. Psikolojik tedavilerin başlangıç noktası ve anlamıdır, “düşünmek”. Ama “kendini düşünmek”. Yakınmalar, şikayetlerden sonra. “Kendine dönmek” denilen, işte budur.
Her bebek düşer. Her bebek emekler. Ama, sonra yürür… “Düşe kalka öğrenmek” tam da bu değil midir?
Ruhsal dünyada “düşmenin yaşı” yoktur. Ama sevindirici haber, aynen bir bebek gibi, yeterli destekle, kişi yürümeye devam edebilir. Sonra koşar, sonra oynar…
Uzm.Psk. Mine Karagözoğlu